26 Mayıs 2009 Salı

Bilge Karasu - Gece

Bazen kitaplığıma takılıyor gözlerim. Her bir kitabı sırayla tanıyorum önce. Onları aldığım anı düşlüyorum; neden kitapçı rafından çekildiklerini hatırlıyorum. Ne kadar zaman olmuş diyorum bazen. Zihin-takvimim onlar benim. Her biri bir anı / hayal / karar / yargı / kaçış / tadım / görüş / aldırış / aldanış / hüzün / bağlanış / unutuş getiriyorlar usuma, aynı anda.
Ama bir kitap var, “baskı” yı bana ilk yaşatan: GECE…
Yine Mersin’ deyim. Gece ile ilk tanıştığım şehir. Tanışıklığımız kapak resmi “ *Belki de bir düş” ile başlıyor.
Bilge Karasu’ nun düşü değil, kabusunu siz de görüyorsunuz.
O ilk andan itibaren Gece sizi de alıyor esaretine. Üzerinizde bir baskı kuruyor. Gece’ yi görmeye çalışıyorsunuz, olmuyor; okumak yetmiyor. Zaten Gece’ ye zorlanıyorsunuz.

Kapak resmi Abidin Dino' ya ait .
Bilge Karasu' yu okumak isterseniz, size tavsiye edeceklerim var:
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı - Bilge Karasu- 1970 - Metis Edebiyat
Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu - 1979 - Metis Edebiyat
Ne kitapsız, Ne kedisiz - Bilge Karasu - 1994 - Metis Edebiyat
Öykülerde Dünyalar - Füsun Akatlı - 1998 - Kırmızı Yayınları
Bilge Karasu Aramızda - 1997 - Metis Edebiyat

7 Mayıs 2009 Perşembe

Hızlı Düşün, Sakin Ol, Güçlü Görün

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış.Minik köpek ormanda dolaşıp kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu farketmiş.Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki, karşıdan bir leopar geliyor ve belki günlük yiyeceğini arıyor.
"Şimdi başım dertte" diye düşünmüş minik köpek. etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri yemeye başlamış. Bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kndine konuşmaya başlamış:
"Ne kadar lezzetli bir leoparmış, acaba etrafta bundan bir tane daha varmıdır?"
Bunu duyan leopar bir an donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış.
Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun onları izliyormuş.Bildiklerini kullanarak leoparın yiyecek olarak kendisine saldırmasından kurtulacağını düşünmüş. Leoparın yanına gelerek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna:
"Atla sırtıma gidip şunu yakalayalım" demiş.
Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte yaklaştığını fark edince:
"Şimdi ne yapacağım?"diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine yine kemikleri yemeye devam etmiş.
Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmaya başlamış:
"Bu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok."
İşte zeka böyle birşey:
Hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen.

Kaynak: 9-Kasım-2008 / Vatan Gazetesi

Karakuşi Hükümler

Münasebetsiz yorumlara, yanlış hükümlere akıl ve izan dışı cezalara "Karakuşi Hükümler" deniliyor.
...Karakuş, Selahaddin-i Eyyubi'nin veya amcası Şirkuh'un kölesiyken çalışkanlığı ile ve birtakım hizmetleri ile önemli mevkilere çıkıyor.
Karakuş, yüksek himmet sahibi kimseydi.
İşte "Karakuşi Hükümler"e birkaç örnek:
Bir eve giren hırsız, ceplerini doldurduktan sonra pencereden kaçmak istiyor. Pencere gevşek olduğundan ayağı kayıyor ve yere düşüp ayağını kırıyor. Ertesi sabah yakalanacağından korkarak, valinin huzuruna çıkıyor:
"Efendim, benim asıl mesleğim hırsızlıktır. Dün bir eve girip birşeyler çaldım. Pencereden çıkmak istedim, fakat çerçevesi gevşek olduğundan düşüp ayağımı kırdım." diyor. Karakuş bu evin sahibi kimse huzuruna getirmelerini emrediyor. Ev sahibi gelince, penceresini gevşek yaptığı, böylece hırsızın düşmesine sebep olduğundan onu hapisle tehdit ediyor.
Zavallı ev sahibi ürkek bir sesle:
"Bu marangozun hatasından kaynaklanıyor, ben ona parasını tam olarak ödedim. Fakat o işini noksan yapmış, bitirmeden bırakıp gitmiş." diyor. Bunun üzerine vali, marangozu çağırtıyor. İşini ihmal etmek suretiyle bir vatandaşın hayatını tehlikeye attın, diyor. Marangoz itiraz ediyor:
"Efendim, benim bir hatam yok, ben pencereyi tamir ederken, üzerinde parlak ve kırmızı elbise bulunan bir kadın geçiyordu. Onun güzelliğine o kadar kapıldım ki son çiviyi eğri olarak çiviledim!" diyor.
Vali, güzelliğini teşhir eden bu kadını bulduruyor. Ona marangozun işini tam olarak yapmasına engel olmakla bir yurttaşın hayatını tehlikeye sokmakla itham ediyor. Kadın:
"Benim güzelliğim Allah'tan geliyor. Elbiseme o parlak rengi veren boyacıdır. Dolayısıyla asıl suçlu boyacıdır." diyor. Elbise boyacısı huzura getiriliyor, boyacı elbiseyi bu şekilde boyayanın kendisi olduğunu itiraf ediyor. Boyacını ileri sürebileceği hiçbir mazaret bulunmadığından bu adamın hapishanenin önünde asılması, cesedinin iki gün asılı bırakılması emrediliyor. Boyacı derhal idam mahalline götürülüyor. Fakat boyacıyı asmaya geldikleri zaman adamın çok uzun boylu olduğu görülüyor. Durum valiye arzediliyor. Vali:
"Daha kısa boylu bir elbise boyacısı bulun ve onu asın" emrini veiyor!!!
* * *
Adamın biri diğer bir adamdan şikayette bulunarak alacağını vermediğini söylüyor. Karakuş sorunca verecekli olan: "evet, borcum var ancak elime para geçtiği zaman bu adamı arıyorum fakat bulamıyorum. Tam aksine parasız olduğumda kendisine rastlıyorum."diyor. Bunun üzerine Karakuş alacaklıya: "Seni hapsedeceğim, yerin belli olsun ki bu adam eline para geçince getirip sana borcunu ödesin!"diyor.

Kaynak: Kültür Dünyamızdan Manzaralar / Dursun Gürlek / Kubbealtı Neşriyat

Darhane Çorbası

Yavuz Sultan Selim, bir gün İstanbul'un ara sokaklarında dolaşırken rastgele bir eve girmiş. Fakir bir aileyle karşılaşmış. Evin hanımı padişahı karşısında görünce heyecandan ne yapacağını şaşırmış. Deyim yerindeyse eli ayağına dolaşmış. Köşede bucakta, kilerde, avluda kuru gıda maddesi olarak ne bulduysa alelacele bir kazana doldurup ocağa sürmüş. Beş, on dakika sonra bu şaşkın aşını padişaha takdim edip, utana sıkıla "buyurunuz efendim darhane çorbası" demiş. Fakir, yoksul ev anlamına gelen "darhane" zamanla halkın dilinde "tarhana"ya dönüşmüş.

Kaynak: Kültür Dünyamızdan Manzaralar / Dursun Gürlek / Kubbelaltı Neşriyat

Hipokrat Yemini


Hep merak etmişimdir zaten!!!!

Hekimlik mesleği üyeleri arasında katıldığım şu anda yaşamımı insanlık yoluna adayacağımı açıkça bildiriyor ve bunu üstleniyorum.
Hocalarıma karşı yaraşır oldukları gönül borcumu her zamana koruyacağım.
Sanatımı vicdanımın buyrukları doğrultusunda onurla yerine getireceğim.
Hastamın sağlığını başkaygım sayacağım.
Kendini ellerime bırakan kimselerin sırrını saklayacağım.
Hekimlik mesleğinin onurunu ve temiz töresini sürdüreceğim.
Meslektaşlarım kardeşlerim olacaktır.
Din, milliyet, ırk, siyasal eğilim yada toplumsal sınıf kaygılarının görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğim.
İnsan yaşamına ana karnına düştüğü andan başlayarak, kesinlikle saygı göstereceğim.
Baskı altında bile olsa tıp bilgilerimi insanlık yasalarına karşı kullanmayı kabul etmeyeceğim.
Bunları yapacağıma açıkça, özgürce ve namusum üzerine and içerim."

Kaynak: 1-Mayıs-2008 / Cumhuriyet Kitap / Sayı:950 / syf:32

Stendhal Sendromu

Floransa'daki Santa Croce Kilisesi'nin gotik ihtişamının insan ruhu üzerindeki etkileri tescillidir. Standhal'in bu kilise'deki sanat eserlerini ve burada gömülü ünlü Floransalılar'ın mezarlarını gördüğünde kısa süreli baygınlık geçirdiği biliniyor. Bu durum tıp literatürüne de girmiş ve "sanat eserleri karşısında söz konusu türden bir kendinden geçme haline STENDHAL SENDROMU" denmiştir.

Kaynak: 14-Mart-2008 / Radikal Kitap / syf:24

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Dünyanın en alçak bölgesi deniz seviyesinden "395" metre aşağıda olan "Lut Gölü çevresi dir" . Göl tabanı akdeniz yüzeyinden yaklaşık "800"metre daha alçakdır, tuz miktarı "% 30" olduğundan yosun-balık gibi canlı yaşamaz. Batı dilinde "Ölü Deniz" denilir.

{Kaynak biliniyor da hatırlanamıyor kabul mü?}

5 Mayıs 2009 Salı

KiDOS nedir?

Kitap ve Kütüphane Dostları (KiDOS) Sakarya İl Halk Kütüphanesi için bir şeyler yapmaya çalışan gönüllü arkadaşlarımızın oluşturduğu bir oluşumdur. Öncelikle kitapları çok sevdiğimiz ve elbette kütüphanenin müdavimleri olduğumuz için elimizden geleni yapmak istiyoruz. Kütüphaneden bir şeyler beklemek kadar bir şeyler almayı istemek de önemli galiba. Bu uğurda oturduğumuz yerde bize sunulanla yetinmek yerine kütüphaneye gidip neler yapabileceğimize bakıyoruz.

Kütüphanede bir köşe tasarlamak, aksadığına inandığımız yerleri ve hizmetleri düzeltmeye yardımcı olmak, kitap kolaksiyonunu okuyucuların istedikleri şekilde düzenlemeye yardımcı olmak, okuyucu toplulukları oluşturmak, kitap listeleri tavsiye etmek, çeşitli kütüphane etkinliklerinde yer almak, film gösterileri sunmak, müzik ve şiir dinletileri hazırlamak ve kütüphanede yapılabilecek her tür etkinliğin hepsinde ya da sadece birinde için KiDOS'a üye oluyoruz.

“TARİH” Dersini Çalışma Stratejisi

Tarih dersi için kavram bilgisi çok önemlidir:
“Kapitülasyon, Feodalite, Tımar, Rönesans, Milliyetçilik, Güçler Birliği, Sömürgecilik, Halkçılık, Reform, Pan-slavizm, Meşrutiyet” gibi kavramların ne ifade ettiği çok iyi bilinmelidir. Tarihi olaylar ve tarihsel kavramlar arasındaki ilinti çok iyi anlaşılmalıdır.

Kaynak: Eylül 2005-Sayı: 144-Ailem Dergisi

“Boşlukta Duyulan Istırap Nedir?”

Eleştirmenlerden biri ünlü Fransız edebiyatçısı olan Alexandre Dumas Filsge “Üstadım yazdığınız eser güzel olmasına güzel ama, içinde çok fazla anlaşılmayan tasvirler var, mesela ‘boşlukta duyulan ıstırap nedir? bir türlü anlayamadım” der.
Edebiyatçı cevap verir:
“Yapmayın dostum, siz hiç baş ağrısı çekmediniz mi?”

Kaynak: Tarihe Geçen Hazırcevaplar-Akın Alıcı-Epsilon yay.

Kalbi Oraya Düşmüş!!!

Süleyman Nazif şahsen fakir bir kimse olmasına rağmen o akşam ki yiyeceğini daha muhtaç durumda olan bir hastaya verecek kadar merhametli idi.Oysa Abdullah Cevdet tam aksi bir karakterin sahibiydi.Bundan dolayıdır ki ünlü şairimiz önce kendini düşünen Abdullah Cevdet’i sevmezdi.
Bir gün Abdullah Cevdet’in hasta olduğundan söz edilir.Orada bulunan Süleyman Nazif durmadan düşen beyaz gömleğinin kol kapaklarını düzelterek sorar: “Hastalığı neymiş?” “Mesanesinde taş varmış.”
Süleyman Nazif bir an için Abdullah Cevdet’in merhametsizliğini hatırlamış olacak ki şöyle cevap vermiş:“Desenize, kalbi oraya düşmüş!”

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Adı Vural Olunca!!!

İbnülemin Mahmud Kemal Bey, bir gün Taha Toros’la beraber tanıdıklarından birinin cenaze namazını kılmak üzere öğle namazında Beyazıt Camii’ne gider arkadaşına son görevini yerine getirir.
O gün ikindi namazında da Fatih Camii’nde bulunmaları ve orada da diğer bir cenazeye katılmaları gerektiğinden yine Taha Toros ile birlikte hareket ederler.Yolda giderken kendini yerden yere atan çocuğunu döven bir kadına rast gelirler.İbnülemin bey çocuğu niçin dövdüğünü sorunca kadın öfkeyle anlatmaya başlar: “Efendim bu çocuk fena halde canımı sıktı.Az önce illa çikolata alacaksın diye tutturdu.Aldım yemedi, şimdi de simit diye ağlıyor, yerden kalkmıyor.”
Üstad: “Peki hanım çocuğun adı nedir?”diye sorunca kadın: “Vural” cevabını verir.
“Be kadın!Madem ki veledin adını Vural koymuşsun.Öyleyse dediğini yapmak zorundasın.Hem vuracaksın, hem alacaksın.Vur-al!

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Cimrinin Cevabı

Muallim Naci “Nevadirül-Ekabir”inde diyor ki:
Bir fakir, tanıdığı zengin bir cimrinin huzuruna çıkar:
“Efendim sizden iki talebim var, birincisi bana elli altın borç vermeniz, ikinciside bunu geri ödeyebilmek için bir yıl mühlet vermenizdir.”der.
Cimri şu cevabı verir:
Baş üstüne!Sen bizim mahallenin hatırı sayılır insanlarındansın.Elden geldiği kadar arzunu yerine getirmek isterim.Adam adama hele komşu komşuya daima yardımda bulunmalıdır.Fakat bir kimseden iki şey istendiği zaman o adam birini yerine getirip diğerini yapamazsa kınanmamalıdır.Bende şimdi sizin iki isteğinizden yalnız birini yerine getireceğim.Diğer talebinize karşılık veremeyeceğim için beni affetmenizi rica ederim.Beni altın vermekten muaf tutunuz, ama istediğiniz kadar mühlet verebilirim!

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Tashih Hataları

Peyami Safa 1959’da Tercüman Gazetesi’nde şunları yazmaktadır: Elli seneden beri dizgi yanlışlarından kurtulmuş Türkçe tek bir gazete, mecmua, magazin, kitap ve risale görmedim.Latin alfabesi kabul edildiğinde yanlışların azalacağı umulmuştu.Artık onlara bir de kaideleri hala iyice tespit edilemeyen imla yanlışları katıldı.Her gün gazetelerde veya mecmualarda kendi yazılarımı okurken kelimeden kelimeye kayan dikkatime büyük bir korku karışır ve korktuğuma uğrarım.Yabancı kelimelerin çoğu yanlış çıkar.Noktalamalarda çoğu defa bozuktur.Bazen yanlışları düzeltmek için ertesi günkü yazımın sonuna eklediğim özür notlarında da yanlışlar olur.Vaktiyle bir tiyatro ilanında : “Aktör Naşit Bey bu gece yeni kostümleriyle sahneye çıkacak.”cümlesi “Aktör Naşit Bey bu gece yeni koşumlarıyla sahneye çıkacak.”halini alınca, okuyucuları rahmetli komiğimiz kadar güldürmüştür.Peki sultanım, şu Avrupa gazetelerinde niçin dizgi yanlışlarına rastlanmaz?Veya pek az rastlanır?Demek ki yazarın yazısı ne kadar okunaksız olursa olsun, mürettibin ve musahhihin ya dikkatinde veya çalışma tarzında büyük bir fark vardır.Her işte olduğu gibi buda mı geriliktir?Tahsisata, bilgiye, tekniğe lüzum yok, dikkatin halledeceği bir meselenin her gazetede, her matbaada sürüncemede kalması fena bir işarettir.Elli sene evvel (şimdi seksen yıl önce) bu tashihi felaketi yoktu.Şemseddin Sami’nin altı büyü ciltlik “Kamusul Alam”ında kelimelerin çoğu Arapça ve Farsça olduğu halde yanlışa rastlamak oldukça zordur.Demek ki kabahat harflerde değil, olan bizim kafamıza olmuş.Bir gün Cağaloğlu’ndaki Diyanet Yayınevini geziyordum, cildi gözümü okşayan bir kitabı elime aldım.İlk sayfasında şöyle bir yazı gördüm: Bu kitap büyük bir itina ile “tassih”eilmiştir.Bu kelimenin ne büyük bir felaket olduğunu kitap meraklılarına anlatmaya gerek yoktur.Bahsi geçen kitap ünlü bir yayınevinin İslam Klasikleri serisinden çıkardığı Osmanlı alimlerinden bir zatın, birkaç ciltlik eseriydi.Okuyucu bu garip cümlenin yorumunu nasıl yapacaktı?İnsan uzun süre düşünse bile böyle bir garabet örneğini zor bulurdu. “Tashih” kelimesi “Tassih”şeklini alarak “Tahrip” edilmişti.Tabi ki de böyle bir şeyin “Tasvip” edilmesi mümkün değildi.Bir gün Süleyman Nazif ile Abdullah Cevdet karşılaşırlar.Abdullah Cevdet pürtelaş ve pürhiddet konuşmaya başlar:“Efendim, bir şiir yazmış ve son beyitini “Ben bu milletin öksüzüyüm” diye bitirmiştim.Mürettip hatası olmuş, gazetede “Ben bu milletin öküzüyüm”diye çıkmış.Bunun üzerine Süleyman Nazif taşı gediğine kor ve der ki: “Mirim, o senin dediğin mürettip hatası değil mürettip sevabıdır.”Dizgicilerinde bir alem olduğunu söylemeliyim.Gördüklerini olduğu gibi dizmekle görevli oldukları halde bazen kendilerine göre tasarrufta bulunuyorlar ve bazı kelimeleri ve cümleleri öyle tahrif ediyorlar ki ortaya hilkat garibeleri çıkıyor.Yıllar önce çalıştığım gazetede “Türkiye’de İslami Hareketler”in anonsu yapılıyordu.Bu anlamda yazılar dizgiye verilmişti.Dizilip gelen yazıları okuyunca şöyle bir cümleyle karşılaştım: “Vahşi Kedi Tarikatı” Allah Allah, buda neyin nesiydi?Demek böyle bir tarikat varmış da bizim haberimiz yokmuş.Sordum soruşturdum, servisindeki işgüzar bir bayanın “Nakşibendi Tarikatı”nı “Vahşi Kedi Tarikatı” diye dizdiğini tespit ettim.Ve bu dizgici cümleleri değiştirmekte yeni kelimeler uydurmakta maharet sahibiydi.Adam: “Suadiye’de daire arıyorum” diye ilan veriyor bu bayan onu “Suriye’de daire arıyorum” diye diziyor.Eskiler diğer birçok konuda olduğu gibi bu hususta bizden daha titiz davranıyorlardı.Meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa ümmi olmasına rağmen son derece ciddi ve dirayetli bir kimseydi.En büyük meziyetlerinden biri de işi ehline vermekti.Mısır’ın modernleşmesinde ilim ve teknikle alakalı yeniliklerin ülkeye hakim olmasında büyük gayret göstermişti.Paşa hazretleri bir gün Kahire’deki meşhur Bulak Matbaası’na gider.Maiyetiyle birlikte matbaayı teftiş eder.Yetkililerden bilgi alır.Orada çalışanlara teker teker görevlerini sorar.Mihmandarına madeni harfleri yerleştiren kişinin ne iş yaptığını sorar.Mihmandarı ,”Efendim, gördüğünüz bu yazıları bu arkadaş belli bir plana göre birer birer yerine dizer.Sonra kalıba alır.”Paşa sırasıyla dizgicilerin, operatörlerin, muharrirlerin, mütercimlerin görevlerini sorar ve cevapları aldıktan sonra sıra musahhihlere gelir, onların da ne iş yaptıklarını merak eder.Mihmandar der ki:“Efendimiz, Muharrir veya Mütercim yanlış yazabilir, operatör yanlış dizebilir, bütün bunları musahhih görür ve düzeltir.Hayretini gizleyemeyen paşa der ki:“Allah Allah!Bütün bu adamlar yanlış yapacaklar, musahhih onların hepsini görecek ve düzeltecek!O zaman en yüksek maaşı buna verin!”İslam dünyasında iki matbaada basılan kitaplarda yanlış yoktur:“Matbaayı Amire” ki bugünkü devlet matbaasıdır,“Bulak Matbaası” bu matbaa ilim dünyasına okur yazar bile olmayan Mehmet Ali Paşa tarafından hediye edilmiştir.

Kaynak: Çınaraltı Kitap Sohbetleri-Dursun GÜRLEK-Timaş Yay.-3.Baskı-İst.2004

Midedeki Beşik

Avustralya’da bir kurbağa türü vardır. Bütün kurbağa türleri içinde onu ayrıcalıklı kılan ilginç bir yaratılışla var edilmiştir. Rheobatrachus Silus adındaki bu kurbağanın dişisi, yumurtalarını yavruların çıkmasına az bir zaman kala yutar.
O dişi kurbağa da bütün “anne” canlılar gibi, yavrularına tarifsiz bir şefkat gösterir. Yumurtalarını yutması da bundandır. Bu tür, yumurtalarını yutar; çünkü hayata gözlerini yeni açacak o yavruların, büyüyüp gelişmek için emniyetli bir yuvaya ihtiyaçları vardır. İşte o yuva da annelerinin midesidir.
Peki nasıl olur bu iş? Mideye inen yumurtalar mide tarafından sindirilmez mi?
Memelilerde yavrunun doğumuyla birlikte tatlı ve latif sütün akmaya başlaması gibi, dişi Rheobatrachus Silus’un yavruları yumurtadan çıktığında bedeninde bir dizi değişiklik meydana gelir. Tam vaktinde ve tam da yavruların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde.
Önce dişi kurbağanın tüm sindirim faaliyetleri durur. O ana kadar yediği ne varsa, midesinden bağırsaklarına doğru itilir ve tamamen boşalan midenin şekli değişip, birazdan gelecek yumurtalar için sıcak ve güvenli bir beşik halini alır.
Çok obur bir kurbağa türü olarak bilinen Rheobatrachus Silus’un bu andan itibaren iştahı tamamen kesilmiştir. Artık tam iki ay boyunca ne yiyecek ne de içecektir.
İlerleyen günlerde yumurtalarından çıkan yavrular iyice büyür. Onların büyümesiyle birlikte mide de büyür. Büyüyen mide akciğerleri sıkıştırmaya başlar ve bir süre sonra akciğerin tüm faaliyeti durur ve hayvanın nefes alması için yedek sistemler devreye girer. Kurbağa, bu aşamadan sonra derisindeki özel gözenekler sayesinde nefes alıp verecektir.
İyice büyüyen ve dış dünyada yaşamaya hazır hale gelen yavrular, yemek borusundan tırmanarak mideden annelerinin ağzına gelir ve dışarıya hayatlarının ilk kurbağa atlayışını yaparak çıkarlar.
Annenin midesi ise, yaklaşık sekiz gün kadar sonra eski haline döner.
Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nde görevli Zoolog Michael J. Tyler ve yardımcısı, David Carter tarafından keşfedilip bilim dünyasına duyurulan bu ilginç olay, pek çok bilim adamını hayretler içinde bıraktığı gibi bazılarına da, insanlardaki ülser hastalığının tedavisi için ilham kaynağı oldu.

Kaynak: Aralık 2005-Sayı:348-Zafer Dergisi

Su Ve Dua

Su insan hayatının en önemli vazgeçilmezi... Susuz edemiyoruz. İnsan vücudunun ve yeryüzünün dörtte üçü, meyvelerin ise yüzde 90’a yakını sudan oluşuyor. Aslında her birimiz ‘su içinde’ yaşıyoruz. Hücrelerimiz ince bir zarla çevrelenmiş birer su küpüne benziyor. Bu küçücük küpler içindeki her şey su içinde oluyor. Su hayatımızın bu kadar merkezinde olduğu halde, suyu hep varmış varsayıp üzerinde düşünmeye bile değer görmüyor olabiliriz. ‘Sudan ucuz’ pek az şey var gündelik hayatımızda. Sözüm ona, su basit bir madde. Sıradan bir molekül. Önümüz sıra akıp giden, cansız, duygusuz bir şey.
Öyle mi?
Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun on yılı aşkın bir süredir gördükleri, suyun hiç de duyarsız, cansız, sıradan bir şey olmadığını düşündürüyor. Su, sesi dinliyor, söze kulak veriyor, çevredeki duygu atmosferini yüzüne yansıtıyor. Deyim yerindeyse üzülüyor, küsüyor, seviniyor.
Emoto’nun yaptığı çalışmalar su moleküllerinin ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğunu resmen ortaya koyuyor. Emoto’nun bugünlerde dünyanın çeşitli şehirlerinde heyecanla sergilediği çarpıcı görüntüler herşeyi anlatıyor.
Dr.Emoto her bir maddenin kendine özgü bir manyetik alanı olduğu gerçeğinden yola çıkmış ve ilk olarak suyun manyetik alanını incelemeye başlamış. Emoto, herşey gibi su moleküllerinin de manyetik alanının elektronların atom çekirdeği etrafındaki dönüşlerinden kaynaklandığını hatırlatıyor. Elektronların dönüşü ve dolayısıyla da suyun manyetik alanı, çevredeki ses dalgalarından etkilenebilir miydi? Konuşulan sözlerin içeriğinin olumlu yada olumsuz olması suyun manyetik alanını dolayısıyla moleküler ve atomik yapısını etkileyebilir miydi? Emoto mikroskopla fotoğrafını çektiği su kristallerine bakarak bu sorulara kesin bir ‘evet’ cevabı veriyor.
Emoto ve ekibi ilk olarak suya müzik dinletmiş. Bir miktar arıtılmış suyu birkaç saat farklı müzikler yayınlayan iki hoparlörün önünde bekletmişle, sonra bu suları dondurarak su kristallerinin fotoğrafını çekmişler.
Emoto’nun ekibi su moleküllerinin insan sözünün içeriğinden nasıl etkilendiğini görmek için Fujiwara Barajı’ndan topladıkları suya dua okumuşlar. Su kristalinin duadan önceki biçimi ile duadan sonraki biçimi arasında belirgin bir farklılık gözlemlemişler.
Suyun tüm bir hayatı yakından ve derinden etkilediğine dikkat çeken Dr.Emoto, negatif duygularla içilmiş suyun yada negatif duygularla yüklenmiş suyun canlı bedeni içindekilere adı konmamış zararlar verebileceğini belirtiyor. Canlı bedenleri büyük oranda su içerdiğine göre, negatif duyguların, sözlerin ve müziklerin kanser oluşumuna zemin hazırlayacak derin moleküler değişikliklere de yol açabileceğine dikkat çekiyor.

Kaynak: Aralık 2005-Sayı:348-Zafer Dergisi

İzafiyet Teorisi

Albert Einstein’ın 1918 yılında öne sürdüğü ‘İzafiyet Teorisi’ zamanın göreceli bir kavram olduğu, uzay ve zamanın bir algıdan ibaret olduğu, uzay ve zamanı anlama biçimimizin nerede bulunduğumuza ve nasıl hareket ettiğimize bağlı bulunduğu gibi açıklaması ayak üstü olanaksız, üstelik belli bir fizik bilgisi olmayanların anlamakta zorlanacakları bu teoriyi misafir olduğu evin sahibesi güzel hanımda sorunca, ünlü fizikçi teoriyi açıklamanın faydasız olacağını anlatmak için şu örneği anlatır:
“Hanımefendi, sıcak bir günde görme engelli bir arkadaşımla bahçede gezinirken bir ara ona ‘Canım bir bardak soğuk süt çekti’ diyeceğim tuttu. Arkadaşım bana ‘Sütün ne olduğunu bilmiyorum’ deyince, bende ‘Beyaz bir sıvıdır’ açıklamasını yaptım. Arkadaşım bu kez de ‘Sıvının ne olduğunu biliyorum, ama beyaz nedir anlamadım!’ dedi. ‘Kuğu kuşunun tüylerinin rengi beyazdır’ dedim. Arkadaşım ‘Tüyün ne olduğunu bildiğini, fakat kuğuyu bilmediğini’ söyledi, bende ona kuğunun en önemli özelliğini anlattım ‘Kuğu eğri boyunlu bir kuştur’ dedim. Arkadaşım ‘Boynun ne olduğunu bildiğini ama eğri nedir bilmiyorum’ dedi. Artık sabredemedim ve adamın kolunu tutup dümdüz uzattım ‘İşte bu düzdür’ dedim ardından kolunu dirsekten bükerek ‘Bu da eğridir’ diye açıkladım. Bunun üzerine görme engelli arkadaşım heyecanlanarak şöyle dedi: ‘Evet, şimdi anladım sütün ne olduğunu!”

Kaynak: Tarihe Geçen Hazırcevaplar-Akın Alıcı-Epsilon yay.

KiDOS'a Katılmak İçin

Merhaba Arkadaşlar!

KiDOS üyesi olabilmek için sadece ve sadece kitapları seviyor olmanız yeterlidir.

Sizler de bizimle beraber kütüphanemizi yeniden şekillendirmek istiyorsanız lütfen aramıza katılın. Bunun için kütüphaneden kütüphaneci Şener Yelkenci'ye danışabileceğiniz gibi kidos54-owner@yahoogroups.com ya da seneryelkenci@yahoo.com adreslerine kendinizi tanıtan kısa bir e-posta yazmanız yeterlidir.

Sakın Gaza Gelmeyin!

“Greater Idaho Falls” Bilim Fuarında bir lise talebesi yüksek bir masanın üzerine çıkarak hazırladığı projeyi anlatıyordu:
“Dihidrojen-monoksit maddesi acilen yasaklanmalı, bu mümkün değilse, çok sıkı bir biçimde kontrol altında tutulmalı!”
Öğrenci maddenin zararlarını duvara astığı afişte şöyle sıralıyordu:
1- Yoğun terleme ve kusmaya yol açabilir.
2- Doğada büyük zarar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.
3- Gaz halinde iken çok ciddi yanıklara sebep olabilir.
4- Kazara solunarak ciğerlere dolması, ölüme davetiye çıkarır.
5- Erozyona yol açar.
6- Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır.
7- Ölümcül kanser tümörlerinin hepsinde görülmüştür.
Bir saat içinde standı gezen 50 kişiden 43’ü yasaklama isteğini şiddetle destekleyip imza verdiler.6 kişi kararsız kaldı ve sadece bir kişi “dihidrojen-monoksit” (2 Hidrojen 1 Oksijen) maddesinin hayatın can damarı “SU” olduğunu söyleyip itiraz etti.

Kaynak: Yaşanmış Öyküler – Zafer Yay.

Garip Ama Gerçek

*Avrupa Birliği’nde insanlar ya sigara içerler yada içmezler.İçenler sigaralarını çakmak yada kibritle yakarlar.Ve bunların bir kısmı da kanserden ölür.Ama demir-çelik haddehanesinde çalışan hiçbir Avrupalı işçinin sigarasını yakmak amacıyla 600 tonluk pres makinesinin arasından emekleyerek geçip 2450 ˚C sıcaklığındaki fırına ulaşmaya çalışırken can verdiği görülmemiştir.Türkiye’de görülmüştür...KARABÜK.
*Avrupa’da da haşarat, özellikle sivrisinek vardır.Orada da sinek ilacı kullanılır.Ama sivrisinek yutup da midesine kaçan sineği öldürmek üzere ağzına Shelltox sıkmak suretiyle zehirlenip ölen Türkiye’dedir...İSTANBUL.
*Avrupa’da da insanlar berbere gidip tıraş olurlar ama, hiçbir berber rahatlamak amacıyla müşterinin kafasını sağa sola kanırtırken adamın boynunu kırıp onu öldürmemiştir.Türkiye’de öldürmüştür...ERZURUM.
*Örneğin bir bankamatikten para çekmek için düğmeye bastığınızda elektrik çarpmaz ve ölmezsiniz Avrupa’da.Türkiye’de ölürsünüz...BOZCAADA.
*Örneğin oralarda otoyolda giderken radyoda duyduğu göbek havası eşliğinde göbek atmak için “sağ şeride çeken” ve az sonra da arkadan gelen arabanın çarpması sonucu ölen bilinmez.Türkiye’de bilinir...ADAPAZARI.
*Nüfus sayım günü sokağa çıkma yasağı nedeniyle bomboş otoyolda (Avrupa’da böyle bir şey yoktur ve olamaz) sayım görevlisi “bariyerlere çarpıp” ölmez.Burada ölür...GEBZE.
*Aynı işyerinde biri gece, biri de gündüz vardiyasında çalışmakta olan ve her ikisi de “mobilet” kullanan bir baba-oğul, birisi işten çıkıp eve gider, öteki ise evden gelirken bir kavşakta karşılaşmazlar ve birbirlerine selam vermek için ellerini kaldırınca çarpışıp her ikisi de ölmezler.Burada ölürler...KONYA.
*Gemi mühendisi kazanı kontrol etmek için kazana girdiğinde biri gelip kazanın kapağını kapatmaz ve sonrada gemi yola çıkmaz...KOCAELİ.
*Bir adam ayakkabısının içine kaçan taştan kurtulmak için elektrik direğine yaslanıp ayakkabısını çıkarıp silkelediğinde yoldan geçen bir başkası onu, elektrik çarptığını sanmaz ve elektrikle bağlantısını kesmek amacıyla kafasına kürekle vurarak onu öldürmez...RİZE

İpten Adam Almak

Halk arasında “İpten adam almak” diye bir söz var. “Avukatlar için” kullanılır. “Çok başarılı bir avukat ipten adam alır” gibisinden.Sahi bu söz nereden geliyor?
Yargıtay başkanı Osman Arslan “soruyu” bize sordu.

“Bilmiyoruz” dedik. “Öyleyse anlatayım” dedi.İşte Yargıtay başkanının ağzından “ipten adam alma” hikayesi...

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz ağır bir suç işlemiş.O suçun cezası “idam”. Adam hemen İngiltere’nin en şöhretli avukatını tutmuş. Avukat demiş ki:

-Merak etme ben seni kurtarırım.

Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış ve hakim kararını açıklamış: “İdam!”
Avukat hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:

-Merak etme seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var...Temyiz idamı bozacak.

Dava dosyası temyize gitmiş. Temyizin kararı: -Mahkeme kararının onanmasına...İdam.
Adam “hani beni kurtaracaktın” diye avukatına çıkışmış.
Avukat hala sakin: -Merak etme.Seni kurtarırım.Daha herşey bitmedi.Konu, Avam Kamarası’na gelecek.
Gerçekten Avam Kamarası’na gelmiş.Konuşulmuş, sonunda parmaklar kalkmış: “İdam!”
Adam sinirli mi, sinirli.Avukat da sakin mi sakin. -Merak etme.Seni kurtarırım.Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir, endişen olmasın.
Lordlar Kamarası toplanmış.Olayı incelemiş.Kararını vermiş: “İdam!”
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak.Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme, seni kurtarırım.Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez.Kraliçe bu kararı bozar.
Dosya kraliçenin önüne gelmiş.Kraliçe imzayı basmış: “İdam!”
Londra’da bir meydan da idam sehpası kurulmuş.Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada.Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş.Avukat ise adama, “sus” işareti yapmaktaymış; “Merak etme, seni kurtarırım” gibisinden.
Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş.Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş.adam, ipte sallanmaya başlarken, avukat yerinden fırlamış, cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş.Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış. Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat!Sen ne yaptın?
Avukat İngiliz Ceza Yasası’nı cebinden çıkarmış:
-Yasada müvekkilimin işlediği suçun cezası idam...Siz de onu idam ettiniz...Ama yasada “idam edilerek öldürülür” diye bir hüküm yok...Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.
Bunun üzerine İngiltere’de bir “hukuk tartışması” başlamış. Kraliçe avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.Ve İngiliz Ceza Yasası’nın “idam ile ilgili maddesi” yeniden düzenlenmiş: “İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.” O tarihte TV yok, büyük gazeteler yok, iletişim patlaması yok. Ama olay dilden dile bütün dünyaya yayılmış.
İşte “ipten adam alma” işinin aslı.

İndirim

Ayakkabıcı yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi.Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı.Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi.Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı.Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı, hem de güçlükle...

Adam ona birkez daha göz attı.Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu.Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu.Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

-Küçükk!Ayakkabı almayı düşündün mü?Bu seneki modeller bir harika!
Çocuk satıcıya dönerek:

-Gerçekten çok güzeller! Diye tebessüm etti.Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

-Bence önemli değil.Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı.Kiminin de aklı yada imanı.
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu, adam ise konuşmayı sürdürdü:

-Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsaydı.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı.Bu sefer adama doğru yaklaşarak:

-Anlayamadım, neden öyle olsun ki?
-Çok basit!Eğer imanımız yoksa cennete giremeyiz.Ama ayaklar yoksa problem değil.Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak.Hatta, sakat insanlar sağlamlara göre daha fazla mükafat görecekler.
Çocuk birkez daha tebessüm etti.O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi.Adam vitrine işaret ederek:

-Baktığın ayakkabı sana yakışır, denemek istermisin?
Çocuk başını yanlara sallayıp: -Üzerinde 30 lira yazıyor, almam mümkün değil ki!

-İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım.Bu durumda 20 liraya düşer.Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

Çocuk biraz düşünüp: -Ayakkabının diğer teki işe yaramaz, onu kim alacak ki? -Amma yaptın ha!Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı.Adam devam ederek:

-Üstelik de öğrencisin değil mi?
-İkiye gidiyorum.Üçe geçtim sayılır.
-Tamam işte, 5 lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira.O da zaten pazarlık payı olur.Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti! Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi.İçerdeki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu.Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı.Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.Ve çıkarttığı eskiyi göstererek:

-Benim satış işlemim bitti.Sen de bana bunu satsan memnun olurum.
-Şaka mı yapıyorsunuz!Onun tabanı delinmek üzere, eski bir ayakkabı para eder mi?
-Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş!Antika eşyalardan haberin yok herhalde.Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar.Bu yüzden ayakkabın bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk ard arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı.Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

-Bana göre 20 lira yeterli.İndirim mevsimini başlattınız ya! Adam onu kıramayıp parayı aldı.Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.Her nedense içi içine sığmıyordu.Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça yerinden doğruldu.Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
-Babam haklıymış!Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok, demişti.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Beyin Denilen Mucize

Atatürk Üni. Yakutiye Araştırma Hastanesi Nöroşirurji Anabilim Dalı başkanı Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın, insan beyninin en büyük enerji kaynağı olduğunu belirterek “Beyin, Allah’ın insanlara bahşetttiği en büyük bir enerji kaynağıdır.Bu kaynağı kullanmak yada kullanmamak tamamen insanların iradelerine bırakılmıştır. ‘Çok çalışmak beyni yorar’ inancı resmen bir safsatadır ve art niyetle söylenmiş bir sözdür.”dedi.

İnsan beyninin ne kadar çok çalışırsa, çalışma konusunda da o kadar açlık hissedeceğini vurgulayan Prof.Dr. Aydın, beynin açlık hissetmesinin de bilim dilinde ‘pozitif feed-back’ olarak adlandırıldığını kaydetti.Beyinde trilyonlarca hücre bulunduğuna dikkat çeken ve bu hücrelerin de büyük bir enerjiye sahip olduğunu ifade den profesör, “Günümüzde insanlar beyin kapasitelerinin yalnızca % 2’den az bir kısmını kullanmaları nedeniyle sorgulanmalı ve sorgulanacaklardır da” diye konuştu.Prof.Dr. Aydın, öğrencilerin beyin yorgunluğu aldatmacasına inanmamalarını isteyerek zamanlarını çok iyi kullanmaları konusunda uyardı.

Uykuda geçirilen zamanı bile eğitim-öğretim amacıyla kullanmalarını tavsiye eden profesör, beyin hücrelerindeki gevşemenin yada rahatlamanın mutlaka bir başka konudaki çalışmayla değerlendirilmesi gerektiğine işaret etti.

Prof.Dr. Aydın şöyle devam etti: “Dünyada en süratli giden şey zaman kavramıdır.Zaman, süpersonik ve ışık hızından da fazla süratle akıp gitmektedir.Eğer bu zamanı iyi kullanamazsak, öğrencilerimiz ve gençlerimiz iyi değerlendiremezse insan fabrikasına yapılan yatırımın rekolte hesabını veremeyiz.Beynin enerji kaynağı da çalışmaktır.Beyindeki bir hücrenin yalnızca zarında 70 milivaltlık elektrik akımı vardır.Biraz ütopik olacak ama gençlerimiz çok çalışırsa yarın belki insanlığın ihtiyacı olan enerji yine insan beyninden sağlanacaktır.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Sen Yine De Yap!

İnsanlar bazen akılsız, mantıksız ve bencildir.
Sen yine de onları sev.

Eğer iyi şeyler yaparsan insanlar seni bencil olmakla, çıkar peşinde olmakla suçlayabilirler.
Sen yine de iyi olanı yap.

Eğer başarılı olursan, kaypak dostlar ve sağlam düşmanlar kazanırsın.
Sen yine de başarılı ol.

Bugün yaptığın iyi bir şey yarın unutulabilir.
Sen yine de o iyiliği yap.

Dürüstlük ve samimilik, insanların seni incitmesine yol açabilir.
Sen yine de dürüst ve samimi ol.

Büyük fikirlere sahip büyük bir insan, küçük fikirlere sahip küçük bir insan tarafından engellenebilir.
Sen yine de büyük düşün.

Yıllarca yapmaya çalıştığın bir şey bir gecede altüst edilebilir.
Sen yine de yap.

İnsanlar gerçekten yardıma ihtiyaç duyarlar, ama yardım ettiğinde sana karşı nankörlük ederler.
Sen yine de onlara yardım et.

Dünya için yapabileceğinin en iyisini yaptığında seni tekmeleyebilirler.
Sen yine de yapabileceğinin en iyisini yap.

Kaynak: Haziran 2005-Sayı:342-Zafer Dergisi

Kıssadan Hisse

Gülümseme

Genç kız üzgün görünen yabancıya gülümsedi. Adam kendini daha iyi hissetti.

Geçmişte bir arkadaşının yaptığı bir iyiliği hatırladı ve ona bir teşekkür mektubu yazdı.

Bu mektup arkadaşının öyle hoşuna gitti ki yemek yediği lokantada iyi bir bahşiş verdi.

Bu bahşişin miktarına şaşıran garson, paranın bir kısmını yolda gördüğü fakire verdi. Fakir adam çok sevindi; çünkü iki gündür ağzına bir lokma koymamıştı. Yemeği bittikten sonra kaldığı izbe odaya gitmek üzere yola koyuldu. Yolda soğuktan titreyen bir köpek yavrusuna rastladı ve onu alıp eve götürdü. Soğuktan kurtulup başını sokacak yer bulduğu için köpekçik çok mutluydu.

Gece evde yangın çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı, bütün ev halkını uyandırana dek havladı ve böylece bütün ev halkı kurtuldu.Kurtulan çocuklardan birisi büyüdü ve cumhurbaşkanı oldu.

Bunların olmasını sağlayan ise bir kuruşa bile mal olmayan masum, sıcak ve içten bir “GÜLÜMSEME” idi.

Kaynak: Kasım 2003-Sayı:50-Ailem Dergisi